Kopenhag’ın kuzeyindeki ufak bir kulüpte ilk kez tenis oynadığımda yedi yaşındaydım. Annem, babam ve ağabeyim Patrik beni hakem koltuğuna oturtup “Caroline orada oturup maçı yönet” deseler de söylediğim hiçbir şeye kulak asmazlardı. Sonra bir gün başkaldırıp “Hayır, ben de oynayacağım” dedim.
Saatlerce duvar antrenmanı yapıp kısa sürede meseleyi kavradım. Babam “Yeter artık Caroline, yemek vakti geldi” diye neredeyse yalvarırdı bana. Ben de “Henüz hazır değilim” diye cevap verirdim. O yaşta bile rekabetçiydim. Monopoly, iskambil, spor, ne yaparsak yapalım birinci olmak, kazanmak isterdim.
Ailemdeki herkes sporcu: Annem eskiden Polonya voleybol milli takımında oynamış, babam da hem Polonya hem de Danimarka’da profesyonel olarak futbol oynamış. Fakat bir yıl içinde annemi teniste yenmeye başladım, benden dört yaş büyük ağabeyimi yendiğimdeyse 10 yaşındaydım. Onu yendiğim için o kadar canı sıkıldı ki tenisi bıraktı (Danimarka’da futbol oynayarak devam etti yoluna). Babamı hiç yenemedim; o kadar rekabetçi ki ne zaman yenecek gibi olsam maçı yarıda kesmenin bir yolunu bulurdu.
Üç yıl önce, kafama koyduğum hemen her şeyi başarmışken, profesyonel bir turnuvadan ayrıldım. Aile kurmak istiyordum, ayrıca bir molaya ihtiyacım vardı. Bu molanın ne kadar süreceğini hiç bilmiyordum. Derken geçen yıl, kendimi kortta antrenman yaparken buldum. Babam Florida’da ziyaretime geldiğinde biraz yönlendirmeye ihtiyacım olduğunu fark ettim. 20-30 dakika çalıştıktan sonra ona dönüp “Her zamankinden daha iyiymişim gibi geliyor bana. Hayal mi kuruyorum yoksa?” diye sordum.
Hayal kurmadığımı söyledi. Kortlara geri dönmem gerektiğini o an anladım.
n yaşındayken, 12 yaş altı kategoride Danimarka şampiyonu olduktan sonra bir gazeteci, “Hedefin ne? Eğlencesine mi oynuyorsun? Üniversite okumak istiyor musun?” diye sordu. Gözlerinin içine bakıp “Dünya birincisi olmak istiyorum. Grand Slam kazanmak istiyorum” dedim. O sırada annemle babamın yüzünde beliren gülümseme sanki şöyle diyordu: “Deli deli hayalleri olan tatlı bir çocuk işte.”
O zamanlar bile insanları yapamayacağımı düşündükleri şeyleri yapıp şaşırtmak için inanılmaz bir arzu duyuyordum. Danimarka ufak bir ülke, Grand Slam kazanan bir Danimarkalı olmamıştı hiç. O zaman ben ilk olacaktım; insanlara bunun mümkün olduğunu gösterecektim, gelecek nesiller de izimden gelecekti.
Ayrıca Anna Kournikova’nın rengarenk ve şık tenis kıyafetlerine takmıştım kafayı. Aileme yalvardım bana da almaları için ama babam beni karşısına alıp şöyle dedi: “Bunlar çok pahalı. Eğer gerçekten istediğin buysa sana adidas Danimarka CEO’sunun numarasını bulabilirim, ona kim olduğunu ve ne yaptığını anlatıp bunları ondan isteyebilirsin.”
On yaşındaki aklım şaşmıştı tabii, “Cidden mi? Bana mı aratacak yani?” diye düşündüm. Bir hafta sonra babam CEO’nun numarasını bulduğunu ve benden telefon beklediğini söyledi. Numarayı çevirdim ve kocaman bir adamın sesiyle karşılaştım: “Merhaba. Buyurun.” Şöyle dedim ben de: “Merhaba, ben Caroline Wozniacki. Tenis oynuyorum. Çok da iyi oynuyorum. Ulusal şampiyonada birinci oldum, tüm maçları 6-0 kazandım. Dünya birincisi olacağım, o yüzden elinizi çabuk tutmak istersiniz diye düşündüm.” (Belli ki zerre özgüven problemim yoktu.)
Kısa bir süre sonra bana her sezon adidas kataloğu göndermeye başladılar, ben de bu kataloglardan ne istersem seçebiliyordum. En sevdiğim takım, Kournikova’nın giydiği, kemerli lacivert şort ile kolsuz V yaka tişörttü. Ben de bunu giymeye başladım, bir de Martina Hingis’te görüp bayıldığım tek omuz elbiseyi ve daha nicelerini. Cennete düşmüş gibiydim.
Danimarka’da kadınlar kategorisinde şampiyon olduktan sonra 15 yaşında Wimbledon gençler şampiyonasını kazandım ve profesyonel tenise adım atıp hayal ettiğim hayatı yaşamaya başladım. Beş yıl sonra, 10 Ekim 2010’da, en büyük hayalim gerçek oldu: Dünya birincisiydim artık.
Her şey çok kolay ve hızlı olmuş gibiydi bir yandan da. Gençtim, hiçbir şeyden korkum yoktu ve aslında ne kadar zor olduğunu tam olarak anlamadan oynadığım sporun zirvesine çıkmıştım. Bir yıl kadar sonra birinciliği kaybettiğimde bunun aslında ne kadar zor ve değerli bir şey olduğunu fark ettim. Tabii benden bekleneceği gibi, yine birinci olmak istedim. Gelin görün ki ikinci sefer her zaman daha zor oluyor. Herkes -saklayamadığın- güçlü ve zayıf yanlarını bildiğinden, her daim bir adım önde olman gerekiyor.
Uzunca bir sürenin ardından, 2018’de Avustralya Açık’ı kazandığımda birinci olmak tamamen başka bir his verdi. O âna kadar olan her şeyi ve yeniden birinci olmak için verdiğim mücadeleyi barındıran bir deneyimdi. Bu zafer ve ailemin buna şahit olması dünyalara bedeldi.
Tüm bu heyecanın ortasında küçük bir kızken kurduğum hayali düşündüm; burada olmayı ne kadar istediğimi ve o küçük kızın benimle ne kadar gurur duyacağını. Teniste yapmak istediğim her şeyi başardığımı hissettim. Ayrıca hayatımın aşkı David’le tanışıp evlendim ve bir aile kurmayı planlamaya başladık.
Derken bir gün uyandığımda yataktan bile kalkamadım. O kadar ağrım vardı ki saçımı tarayacak, dişimi fırçalayacak gücü bile bulamadım. Uzun süren testlerden sonra romatizmal eklem iltihabı denen kronik bir hastalığım olduğunu öğrendim.
Bağışıklık sistemim bedenime saldırdığı için eklemlerim şişmişti ve korkunç bir ağrıya sebep oluyordu. Dişimi sıkıp turnuvaya devam ettim ancak tek istediğim uyumaktı (bir maçın ardından iki gün içinde tam 43 saat uyudum hatta).
Doktorumla bir plan yaptık: Eklemlerimi çalıştırmak için sık sık yürümem, koşmam ve yüzmem, yani bir şekilde hareket etmem gerekiyordu. Bol bol sıvı tükettim, bu hastalığa iyi gelecek özel bir beslenme düzenine geçtim. Karmaşık ve sıkı bir düzendi bu ama çok da faydalıydı. Yine de bir noktada tüm bu süreç çok yorucu gelmeye başladı: yediğim her lokmanın her detayını, ne kadar sıvı tükettiğimi takip etmek; her ânımı kortta ve spor salonunda geçirip ne kadar iyileştiğimi takip etmek ve sürekli seyahat etmek… Bir mola vermeye ihtiyacım olduğunu bu noktada anladım.
2020 Avustralya Açık’tan hemen önce tenisi bırakacağımı duyurdum. Üçüncü maçımda Ons Jabeur beni üç sette yendi ve stadyumdaki herkes “Tatlı Caroline” diye tezahürat etti. Duygusal bir andı. Buruk hissettim kendimi. Ama yine de doğru bir karar verdiğimden emindim.
David’le Avustralya ve Yeni Zelanda’yı dolaştık. Annem ve babamla Kilimanjaro’ya tırmandık. Sonra David’in annesi ve ağabeyim de bize katıldı ve donmayı engelleyen nefes alma teknikleriyle tipi altında Polonya dağlarında yürüyüş yaptık. Hayatımızdaki en güzel deneyimdi. COVID salgınında David’in memleketi St. Louis’de iki ay geçirip sonra da Bornholm adlı ufak bir Danimarka adasında ev kiraladık. Orada kocaman bir arazisi olan, denize yakın bir çiftlik evinde arkadaşlarımızla karantinaya girdik. Sonra da Kopenhag’ın kuzeyinde bir ev kiraladık.
Kısa bir süre sonra Olivia’ya hamile olduğumu fark ettim. Geçen Ekim ayında da oğlumuz James doğdu (Çok şükür hastalığım iki hamileliğimde de gerileme dönemindeydi). David de ben de çok mutluyduk. Ailemiz harika günler yaşıyordu.
Profesyonel sporcu olunca insan bencilleşiyor. NBA’de 12 sezon oynayan David de katıldı bu fikre: Tek amacın, olabileceğinin en iyisi olmak hâline geliyor. Sonra çocuk sahibi olunca hayatın kökten değişiyor. Mesele artık sen olmuyorsun; her şey o minik insanla, onun gündelik ritmiyle, dönüm noktalarıyla ve onun ihtiyaçlarını karşılamakla ilgili oluyor. Yepyeni harikalarla dolu bir dünya bu ve insanı değiştiriyor. Bizi de değiştirdi.
James doğana kadar tenis topuna hiç dokunmadım, son maçımdan bu yana iki yıldan fazla geçmişti bu sürede. Nedenini açıklamak veya neyin değiştiğini anlatmak zor ama babam beni o gün antrenman yaparken görüp “Artık daha çok keyif alıyorsun sanki” dediğinde tam olarak böyle hissettiğimi fark ettim. Rahatlamıştım ve eğleniyordum, bu sayede birden her şeyi daha berrak görmeye başladım.
Birkaç hafta sonra, Noel ile Yılbaşı arası bir zamanda, David, çocuklar, annem ve babamla birlikte sahildeydik. Olivia etrafta koşturup eğleniyordu, ben de denize bakarken birden David’e “Bu aralar iyi oynuyorum” deyiverdim. “Fark ettim, izliyorum seni” dedi o da. Biraz da laf olsun diye “Geri mi dönsem acaba?” diye sordum. David şöyle dedi: “Neden olmasın? Dünyaya bir kere geliyoruz.”
Neticede Amerika Açık’ta oynamaya hazırlanıyorum şimdi. New York’un capcanlı atmosferine doyamıyorum ve burada yıllarca çok iyi oyunlar çıkardım. Ayrıca David de beş yıl New York Knicks’te oynadı. İkimiz de bayılıyoruz bu şehre. İlk olarak Montreal’de oynayacağım, sonra da New York’a geçeceğiz. Sonrasında Avustralya Açık’a hazırlanmak için birkaç ay zamanım olacak, neler olacağına ondan sonra bakacağız. Paris Olimpiyatları da hedeflerim arasında tabii.
Bu seviyede daha ne kadar oynayabilirim? Bir yıl mı, iki mi, üç mü? Hiçbir fikrim yok. Ama biliyorum ki çocukların okula başlaması için bir beş yıl daha bekleseydim benim için çok geç olacaktı. İddialı tahminlerde bulunmayacağım ama kendime inanmasaydım bu işe soyunmazdım. Korta çıkıp en iyi oyunculardan biri gibi hissetmemeyi kaldıramayacak kadar hırslı biriyim.
Tabii ki hastalığım yüzünden bedenimin nasıl tepki verdiğine çok dikkat ediyorum. Dürüst olmak gerekirse şimdilik her şey iyi gidiyor. Verdiğim uzun mola iyileşmeme büyük katkı sağladı ve ruhsal olarak da tazelenmiş hissediyorum. Kendimi eskisi kadar strese sokmuyorum ama korta çıktığımda sonuna kadar mücadele edeceğime de eminim.
Bir de teniste şöyle bir şey var: Maçın kaderini genelde bir iki kritik an belirliyor ve maçı alıp alamayacağın, o anlarda verdiğin tepkiye bağlı oluyor. Temkinli olup riskten mi kaçacaksın, yoksa gözünü karartıp cesur mu olacaksın? Bence farklı bir bakış açın olduğunda, neredeyse hayatın boyunca bu anlara hazırlandığında, o an geldiğinde cesaret gösterebiliyorsun. Demem o ki ben kendimi tutmayacağım. Bunu yaparken de keyif alacağım.
Birkaç hafta önce Serena [Williams] ile yemeğe çıktığımızda ona planımı anlattım. “Vay be, çok iyi. Seni her adımda destekleyeceğim ve bir şeye ihtiyacın olduğunda her zaman buradayım” dedi. Her zaman destek oldu bana.
Serena, Olympia’yı doğurduktan sonra kazandığı onca Grand Slam için hak ettiği takdiri görmüyor. Tenisi bırakması hem bana hem de diğer oyunculara hâlâ buruk hissettiriyor, çünkü kadın tenisçiler için çok değerli bir isim. Pek çoğumuzun önünü açtı, bize imkansız diye bir şey olmadığını gösterdi. Kadınlar olarak güçlü olmamız, inandığımız şeylerin arkasında durmamız ve “En iyisi olabilirim” demekten korkmamamız gerektiğine inanıyorum.
ileleriyle ilgilenmek için hayallerinden vazgeçen pek çok kadınla tanıştım ama hepsinin de içinde bir ukde kalmıştı. İşte bu kadınlara başka bir yolun mümkün olduğunu göstermek istiyorum. Dengeyi tutturmak hiç kolay değil, bana destek olan bir eşim, ailem ve çocuğumun bakımına yardımcı olan bir dadım olduğu için çok şanslıyım elbette ama yine de imkansız değil. Kendime ve o kadınlara bunu kanıtlamak istiyorum. İkisine birden sahip olabilirsiniz: Ailenizle mutlu mesut yaşarken bir yandan da kariyer yapabilir, ikisinde de çok başarılı olabilirsiniz.
Şunu anlamak da önemli: Turnuvalara katılan pek çok erkeğin aile kurmak için sporu bırakması gerekmiyor, oynamaya devam edebiliyorlar. Oynamaya devam ederken dört çocuk sahibi olan Roger [Federer] var mesela. Novak’ın [Djokovic] iki, Rafael’in [Nadal] bir, [Andy] Murray’in dört çocuğu var. Kadınlarınsa çoğu zaman bir seçim yapması gerekiyor ve bunu değiştirmek için bir şeyler yapmak istiyorum. Victoria Azarenka, Kim Clijsters ve Serena çocuk sahibi olup turnuvalara dönmenin ne demek olduğunu gösterdiler. Kolay bir şey değil ama imkansız da değil.
Stresli miyim? Pek değilim. Sevdiğim bir işe geri dönüyorum. Maçlardan önce elbet gerileceğim ama bunu dert etmiyorum. Bu gerginliği gayet güzel idare edebiliyorum. Amerikan Açık’ı kazanabilir miyim? Bence kazanabilirim. Avustralya Açık’ı kazanabilir miyim? Bence kazanabilirim. Bu işi yapma amacım bu. Neler olacağını hep beraber göreceğiz.
Bence müthiş bir hikaye bu. Muazzam bir şey.
US open