Dünya genelinde sıkıntılı dönemlerde seyirci hem gülmeye hem de kendi gerçekliğinden kaçışa ihtiyaç duyuyor. Ancak aynı zamanda bu gerçekliğin tamamen duyarsızca göz ardı edilmediği bir sosyal farkındalığa sahip, zekice nükte yapabilen yapımlar öne çıkıyor. Ultra zengin dünyaları alaycı bir lensten izliyoruz. Sonuç: güç, şaşaa ve ironi üçgeninde düşündürücü trajikomediler.
26 Mart’ta son sezonuyla ekranlara gelen Succession; veraset ve devralma anlamına geliyor. Dizinin kalbinde kendi medya imparatorluğunu kurmuş zorba aile reisi Logan Roy ile oğlu Kendall arasındaki Oedipus-vari güç çatışması var. Her şeyi miras almanın hakları olduğunu düşünen bencil ve hepsi kendine özgü şekilde mutsuz Roy çocukları, doğduklarından beri sahip oldukları güç, imtiyazlar ve servet olmadan hayatlarının neye benzeyeceğini hayal bile edemiyorlar. Dizinin en etkileyici sinematografik seçimlerinden biri; işçi sınıfı karakterlerin asla birkaç dakikadan fazla ekranda yer almaması. Sıkça tekrarlanan “gerçek insanlar” sınıfına, güç sahibi olmayanların dâhil olamadığını görüyoruz. Bu karakterlerin başlarına ne gelirse gelsin, Roy’ların hayatında (Kendall’ın tartışılır vicdani hariç) büyük bir yer kaplamıyor.
Succession’ın kara mizahı Shakespeare’in Kral Lear’ı ve modern medya titanları Murdoch ailesinden ilham alırken, White Lotus bir Yunan trajikomedisi izleri taşıyor. Yaratıcıları Jesse Armstrong ve Mike White’ın nüanslı dokunuşları ayrıcalıklı ve benmerkezci karakterleri karikatüre indirgenmiş figürler olmaktan kurtararak izleyiciye empati imkanları sunuyor. İlişki dinamiklerine odaklanan White Lotus, Sicilya’da lüks bir otelde geçen ikinci sezonunda cinsiyet ayrımcılığı ve nesiller arası farkı gösteren mizojinistik eğilimleri de kadraja alıyor. Tıpkı Succession’daki gibi güç ve para, tüm kişilerarası dinamikleri etkiliyor. Eşi Ethan’ın şirketinin satılmasıyla kendini birden yüzde 1’in dünyasında bulan Harper, iğneleyici lensini kendine çevirmese de haberlere hiç bakmadıklarını itiraf eden Cameron ve Daphne’yi yargılar. Harper, çifte “dünyada olup biten her şey”e dair rahatsızlığından bahsettiğinde, aldığı cevap “dünyada ne oluyor ki?” sorusudur.
Görkemli dünyaları ekrana taşıyan hikayelerin barındırdığı derin trajedi ve hatta cinayetlere rağmen bazı eleştirmenler, hiciv yerini buluyor mu, yoksa insanları bu hayatlara mı imrendiriyor sorusunu soruyor. Bu risk, ironinin her daim bir parçası. Ancak ödüllerde ve gündemde bulduğu detaycı ilgiyle beraber bu türün örneklerinin artması, yapımcıların da seyircinin algısına giderek daha çok güvendiğini gösteriyor.
Beyaz perdede ise toplumsal bölünme daha absürd ve kompleks açılardan ele alınıyor. Cannes Film Festivali’nde Palme d’Or’u kazanan Triangle of Sadness’ta yönetmen Ruben Östlund sınıf ayrımını tersine çeviriyor. Model Carl ve influencer Yaya sosyal medya sayesinde kendilerini normalde maddi olarak karşılayamayacakları; silah satıcıları ve süper zenginlerle dolu bir yat yolculuğunda bulur. Etnik olarak farklılık gösteren çalışanların, varlıklı beyaz müşterilerine asla hayır dememeye koşullandığını görürüz. Söz konusu istek, yasadışı uyuşturucular veya tek boynuzlu bir at olsa bile! Filmin dönüm noktası; -dikkat, spoiler içerir- yattakilerin ıssız bir adaya düşüp hayatta kalmakta zorlandıkları yeni koşullarda, paranın yararsızlaşması ve gerçek yeteneklere ihtiyaç duyulmasıyla güç dengelerinin büyük ölçüde tersine dönmesi.
2020’de Oscar’ı kazanan Parasite’ta yönetmen Bong Joon-ho, işverenlerin altlarında çalışan birçok kişinin emeğinden beslenerek rahatça yaşadıkları hayatı akıllara kazınacak şekilde satirize etmişti. Filmdeki karakterlerden Ki-woo’nun çalıştığı evi asla satın alamayacak olması zeka veya yetenek eksikliği değil, doğduğu aile sebebiyledir. Özellikle yüzde 1’in çevresinde sosyal bağlantıların, bireylerin niteliklerinin önüne geçmesine dikkat çeken film, meritokrasiye dair şu soruyu akıllara getirmişti: Başarının ne kadarı bireysel kontrolümüzde ve ne kadarı kişinin doğduğu koşullardan kaynaklanıyor?
Bu hikayelerin yükselişi belki de çoğu insanın hissettiği noktalara parmak basıyor. Pandemiden itibaren tüm dünyayı etkisi altına alan ekonomik ve sosyal problemler, iklim krizi ve artan fırsat eşitsizliklerinin yanı sıra jenerasyon değişimiyle dönüşen başarı ve bireysellik algıları, alışılagelmiş düzenlerdeki sıkı çalışma ile gençlere vaat edilen başarı, konfor ve mutluluğa sahip olabilme hayalini sorgulatıyor. Succession’ın paralel evrenindeki New York’ta yüzde 1’lik bir kesimin genellikle miras ya da evlilik yoluyla her şeye sahip olduğu bir dünya izliyoruz. “Zeki ve çalışkan olan her şeye sahip olsun” mitine karşı karakterler oldukça zeki, ama güçlerini daima bencilce kötüye kullanmaktan çekinmiyorlar. White Lotus ve Triangle of Sadness ise olaylar dizisinde geleneksel sosyal düzeni kesintiye uğratarak; ırk, sınıf ve cinsiyet gibi toplumsal olarak körüklenen güç dengesizliklerinin su yüzüne çıkmasını inceliyor. Parasite’ın finalinde geçen “belki de herkes bir dereceye kadar numara yapıyor” sözü özellikle internet ve sosyal medya ile aşırılaşan imaj, kimlik, para, güç ve bireysellik odaklı çağımızın belki de herkesi tükettiğinin ve sonunun geldiğinin sinyalini veriyor.